Başak Canda-İzzet Aslanbay
Şiir, özel olarak edebiyatın, genel olarak sanatın en duygusal çocuğudur. Sözün büyüsünü şiirle yakalar, şiirle büyütürüz. Bu anlamıyla şiir, yaşamdan damıtılmış sözcüklerin duygularımıza dokunuşudur. İnsana anlam katan, bütün duyularını hareketlendiren, ruhuyla konuşan bir inceliktir. Çoğu kez derdini doğrudan değil imgelerle anlatır. Bu yönüyle aşka daha yakın gibi durur. Ancak şiir ve şiirdeki imgeler sadece aşka dairdir gibi bir hüküm şiir sanatının sınırlarını daraltmak, başta yaşama sevinci gibi birçok duyguda motive edici gücünü küçümsemek, haksızlık etmektir. Bunu yine en iyi şekilde Şair Hasan Hüseyin Korkmazgil bir şiirle anlatmıştır. “biliyorum / matarada su / torbada ekmek / ve kemerde kurşun değil şiir / ama yine de / matarasında su / torbasında ekmek / ve kemerinde kurşun kalmamışları / ayakta tutabilir…”
İkinci Dünya Savaşı’nın en kanlı çatışmalarının yaşandığı günlerdir. Stalingrad kuşatma altındadır. Gazeteci Konstantin Simonov savaş muhabiri aynı zamanda parti komiseri ve asker olarak yarbay rütbesiyle cepheye gönderilir. Savaşın acımasız ortamında bir gece büyük bir özlemle sevgilisine Bekle Beni adlı şiiri yazar. “O dönemde cephede vurulup ölen ya da yaralanan tüm Sovyet askerlerinin tam kalplerinin üzerine denk gelen göğüs ceplerinde, ya gazeteden kesilip çoğaltılmış ya da kargacık burgacık harflerle yazıya dökülmüş Bekle Beni şiiri çıktı. Bu şiirin, Ortadoks kutsal metinlerinden sonra Rus halkı tarafından en çok okunan ikinci yazı olduğu söylendi.”(1)
Rivayete göre şiirin askerlerde yarattığı motivasyonu fark eden kurmaylar, şiirin basılıp savaş cephesindeki askerlere dağıtılması için Stalin’e öneride bulunur. “Olur,” cevabını alınca, “Kaç adet basalım Yoldaş Stalin?” diye sorarlar. Stalin’in cevabı kısa ve nettir: “İki adet. Birini şaire verin. Diğerini sevgilisine gönderin.” Tabii ki bu anlatım Stalin karşıtlarının bir tevatürü olabilir. Ancak Simonov’un şiiri ve cephede yarattığı motivasyon tarihsel bir gerçektir.
Şiir ve imgeye dair bu genel girişi, bu dal ve yaprak gibi iki olgunun insan duyguları üzerindeki etkisi ve ne kadar yasaklanırsa yasaklansın en yasak duyguyu, hayali, kelimeyi mutlaka ama mutlaka imgelerle dile getirip derdini anlatabileceğini vurgulamak için yaptık.
Ahmed Arif… Birçoğumuz onu ‘Leylasına’, Leyla Erbil’e duyduğu büyük aşkla, bu aşkı anlatan şiirleriyle, yine bu aşkı konu alan şiirlerin de bulunduğu ve adını Leyla Erbil’e duyduğu aşktan alan ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ adlı tek kitabıyla tanıyor, biliyoruz. Hani neredeyse şiirinden Leyla Erbil’i ve aşkı çıkarsak ne şiiri ne şairliği kalacak diyenler bile çıkabilir.
Acaba öyle mi?
Tam da bu noktada en az anlaşılan, imgeleri yeterince deşifre edilemeyen, bu yönüyle haksızlığa uğrayan bir şair portresiyle karşılaşırız. Ya da başka bir deyişle Ahmed Arif şiirinde o kadar güçlü, gizli, örtülü imgeler kullanmıştır ki bugün bile şifreleri kırılamamış, onu en iyi anlaması gerekenlerce bile çözülememiş derecede bir şairdir.
Neden böyledir?
Şüphesiz bu durumda Ahmed Arif’in şiirsel zekası kadar yaşadığı dönemin politik ortamının derin izleri vardır. Bilinen, Ahmed Arif’in yayınlanan ilk şiiri 1942 yılında lise öğrencisiyken Afyon Halkevi Dergisi’nde yayımlanan Gözlerin şiiridir. Fakat şiire köklü yönelimi 1950’li yıllardır. Bu dönem Kürt isyanlarının kesin bir şekilde ezildiği, meşhur deyimle “Ağrı Dağı’nda meftun edildiği” dönemin hemen ertesidir. Keza komünist hareketin çok sık karşılaştığı tutuklamalarla “kökünün kazınmaya” çalışıldığı dönemdir. Ağır baskı koşullarının yaşandığı bu dönemde resmi ideolojiyle, sanatla barışık olmayan, biat etmeyen sanatın, şiirin gün yüzüne çıkması bir yana en ağır şekilde cezalandırıldığı yıllardır. İşte böylesi bir ortam ve yıllarda Ahmed Arif açıklamaya çalışacağımız imgelere sığınmıştır. Evet ürkmüştür, korkmuştur ama teslim olmuştur, diyemeyiz. Zira Ahmed Arif’in kendisi de bir Kürt ve dönemin Türkiye Komünist Partisi’ne ilgi duyan birisi olarak bu baskı döneminden fazlasıyla nasibini almıştır.
AHMED ARİF, TÜRK ŞAİRİ Mİ YOKSA KÜRT ŞAİRİ MİDİR?
Peki Ahmed Arif, Türk şairi mi yoksa Kürt şairi midir? Yine dönem koşulları ve o dönemin öne çıkan isimleriyle kıyaslandığında Ahmed Arif çok farklı bir yol izlemiştir. İki rengi de şiirinde taşımış ama asla dönemin büyük şairleri de dahil çoğunun Kemalizm’e hoş görünme tutumuna düşmemiştir. Kürt şairi kimliğiyle bilinenler kadar da katı olmamıştır. Bir sınıflandırma yapılacak olursa Ahmed Arif dili itibariyle bir Türk şairi, ruhu itibariyle bir Kürt şairidir.
Bu konuyu bazı temel örnekler üzerinden biraz açalım. Nazım Hikmet gençlik yıllarındaki keskin tutumuyla, Mustafa Suphi’lerin katledilmesinden sonra yazdığı; “Trabzon’dan bir motor açılıyor / Sahilde kalabalık! / Motoru taşlıyorlar / Son perdeye başlıyorlar! / Burjuva Kemal’in omuzuna binmiş / Kemal kumandanın kordonuna / Kumandan kahyanın cebine inmiş / Kahya adamlarının donuna / Uluyorlar: -hav… hav… hak… tü” dizeleriyle henüz oluşum aşamasındaki Kemalizm’e cepheden saldırırken, Kemalizm’in olgunlaştığı yıllarda Kuvay-i Milliye Destanı’nda; “Sarışın bir kurda benziyordu. / Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. / Yürüdü uçurumun basına kadar, eğildi, durdu. / Bıraksalar / İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak / ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak / Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı” dizeleriyle yıllar önce elinde komünistlerin kanı olmakla suçladığı Mustafa Kemal’i ulusal bir kahraman ve önder olarak görmüştür. Bu ve benzeri örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak dünya ölçeğinde ün kazanmış bir şair olarak Nazım, tartışmasız bir Türk şairidir. Aynı düzeyde olmasa da ve farklı toplumsal zeminlere dayansalar da benzer durum Türk şiirinin diğer bazı kutup isimlerinde görülür. Nazım’ın ardılı sayılabilecek ve sınıfsal düzeyde devlet ideolojisiyle şiirinde ciddi düzeyde hesaplaşan Hasan Hüseyin Korkmazgil; “Sen hep Samsun’a mı çıkarsın ay oğul ay Kemal’im / Hele bir de her yere / Çık hele bir çık / Hele bir Kemal’im / Çık ki her yer Samsun olsun Kemal’im…” demekten kendini alamaz.
Gerek Nazım Hikmet gerek Hasan Hüseyin, üretme yetenekleri, anlatım zenginlikleri, dilin kullanımı ve hemen hemen hayata dair her konuda şiirleriyle Türkçenin iki büyük şairi olarak haklı bir prestije sahiptir. Keza her ikisi de dönemlerinin muhalif devrimci siyasi akımlarının örgütlü güçlerinde (Nazım Hikmet, Türkiye Komünist Partisi – Hasan Hüseyin, Türkiye İşçi Partisi) yer almıştır. Fakat şiirde ve iyi niyetle mücadele içinde bulunma çabaları devletin hâkim ideolojisi Kemalizm karşısında Ahmet Arif ölçeğinde tutarlı değildir. Örneğin her biri muazzam bir manzum eser, destan sayılan Nazım Hikmet’in Kuvay-i Milliye Destanı’nda, Urfa ve çevresindeki Fransız işgalinin kırılmasında önemli rol oynamış Kara Yılan’ın ve Hasan Hüseyin’in bir Kürt eşkıyayı detaylıca anlattığı Koçero Vatan Şiiri’nin Koçerosu’nun sosyolojik, etnik, ayırt edici yönlerine fazla girilmemiştir. Kara Yılan, Türklük vurgusu öne çıkan bir direniş kahramanına Koçero ise feodal sisteme ve onu destekleyen devlete isyan etmiş eşkıyaya dönüşmüştür. Çıplak gözle gördükleri ve aktardıkları tabii ki doğrudur. Ancak gerek Kara Yılan gerek Koçero’nun arka planında bugün bile inkar duvarlarıyla boğuşan tarihsel ve toplumsal derinliği olan Kürt sorunu yatmaktadır. Hakkını yememek açısından Hasan Hüseyin Koçero’da 60’lı yılların Kürt sorununu kavrama düzeyini işleme açısından ileri bir değerlendirme sayılabilecek şu dizelerini not etmeliyiz: “ben Türkçe anlatamam / o Kürtçe anlatamaz / Farsça çıkmaz doruklara / koçero hep / durur orda / dağlarda…”
Ahmed Arif’i öncelleri ve çağdaşı şairlerden ayıran nokta tam da burada başlamaktadır.
Ahmed Arif’in hiçbir şiirinde direkt etnik aidiyet, gönderme, övgüye rastlanmaz. Fakat hemen her şirinde mutlaka güçlü bir Kürt coğrafyası olgusunu, atmosferini hissettirir. Şiirine dahil ettiği kahramanları en yalın haliyle bir halk kahramanı olarak sunar. Diyeceğini ise dolaylı- dolaysız ama mutlaka dile getirir. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu tavrıyla hem Türkçe yazan ve kendisini Türk şairi kulvarında konumlandıran şairlerden hem de Kürtçe yazan ve Kürt etnik kimliğini kişiliğinde ve şiirinde öne çıkaran Kürt şairlerden ayrışır.
ANADOLU’YUM BEN
Kemalizm’in hakim devlet ideolojisine dönüştüğü ve Kürt isyanlarının bastırıldığı 1940’lı yıllar sonrası çoğu Kürt aristokrat ailelerinden gelen Kürt aydını ve şairinin başta Suriye olmak üzere Türkiye dışında yaşamayı tercih ettikleri biliniyor. Daha önce göç etmekle birlikte Suriye’de yaşayan ve Kürtlerin Nazım Hikmet’i (sadece bir benzetme olarak) sayılacak Seyda Cigerxwin tüm eserlerini Kürtçe vermiştir. Cigerxwin dünya barışı, barış, emek, sömürü gibi daha genel konularda en az Nazım Hikmet kadar evrensel şiirler yazarken diğer yönüyle şiirinde Kürtlerin yaşadıkları sorunları ve özgürlüklerine sahip olmaları gerektiğini kesin ve net ifadelerle anlatmıştır.
İşte Ahmed Arif bu kuşağın devamcısı ve sonrasında temsilcisi olarak kendi mecrasını yaratmış çok özgün bir şairdir. Şiirinde aşk, özlem olgusunu yoğun işlese de etnik kimliğini örtülü bir şekilde öne çıkaran imgelere, bu imgelerle örülü şiirlere yönelmiştir. Bunu militan bir dille değil, dozu iyi ayarlanmış naif ifadelerle yapmış ve farklı kimlikler karşısında ırkçı bir tutuma düşmemeye özen göstermiştir. Ama Kürt coğrafyasını, insanını hem kültürel olarak işlemeyi hem de örtülü bir dille kendi halk kahramanlarını işaret etmeyi asla ihmal etmemiştir.
Çok bilinen şiirlerinden birisi olan Ben Anadoluyum’da önemli oranda kodlanan Kürt coğrafyası, tarihi ve insanıdır. Şiirin daha başında; “Atom güllerinin katmer açtığı, / Şairlerin, bilginlerin dünyalarında, / Kalmışım bir başıma, / Bir başıma ve uzak. / Biliyor musun?” diye sorarken sorduğu biraz da Kürt toplumunun çaresizliğini, yalnızlığını ve fark edilme isteğini anlatmaktadır. Devamında; “Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar, / Haraç salmışlar üstüme. / Ne İskender takmışım, / Ne şah ne sultan.” dizeleriyle işaret ettiği tarihsel ve güncel olarak Kürt coğrafyasını parçalamış hakim devletlerdir. Daha da açıkçası ‘şah ve sultan’da ifade edilen İran ve Osmanlı İmparatorluğu ve sonrasıdır. Şiirin devamında ise anonim halk kahramanlarını sıralar; “Nasıl severim bir bilsen. / Köroğlu’yu, / Karayılanı, Meçhul Askeri… / Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini. / Sonra kalem yazmaz, / Bir nice sevda…” Kalemin yazmadığı nedir? Tabii ki Kürt isyanları ve onlara önderlik eden isimler. Daha çok da günümüzde bile tartışılan Şeyh Sait, Seyit Rıza ve diğerleri… Anadoluyum Ben şiirini, “Kızlarım, / Oğullarım var gelecekte, / Herbiri vazgeçilmez cihan parçası. / Kaç bin yıllık hasretimin koncası, / Gözlerinden, / Gözlerinden öperim, / Bir umudum sende, / Anlıyor musun ?” dizeleriyle özlem ve umuda özel bir vurgu yaparak bitirir. Görüldüğü üzere Anadoluyum Ben şiiri ortalama bir Türk yurtseveri kadar, tarihsel toplumsal değerlerini yeterince yaşayamayan ve bunun özlemi içinde olan Kürt insanı için de birçok imge taşıyor.
Benzer imge ve öğelere Ahmed Arif’in birçok şiirinde rastlamak mümkün. Uy Havar şiirinin; “Üsküdardan bu yan lo kimin yurdu! / He canım.. / Gül açmaz, çağla dökmez. / Vurur çakmaktaşı kayalarıyla / Küfrünü, Medetsiz, Munzur. / Şahmurat suyu kan akar…” dizelerinde belirsizce de olsa coğrafi unsurlarla çizilen yurt sınırları gibi.
İmgelerle yetinmeyip, yaşanmış trajik bir olay için kaleme aldığı Otuz Üç Kurşun şiirinde ise daha net ifadeler vardır. Bir halkın, bir coğrafyanın yapay sınırlarla parçalanıp, bölünmesine isyandır bu; “Pasaporta ısınmamış içimiz / Budur katlimize sebep suçumuz, / Gayrı eşkiyaya çıkar adımız…”
Tüm bunları göz önüne aldığımızda, yaşadığı tarihsel kesiti de dikkate alarak Ahmed Arif için başta belirttiğimiz gibi, evet dil olarak bir Türk şairidir. Ama o ruh olarak, şiirine serpiştirdiği imgelerle Türk şiirindeki gizli Kürt öznesidir. Sadece aşkın şairi değil, direncin; ezilmiş, onuru zedelenmiş bir halkın şairidir. Ve kendi sözleriyle bitirecek olursak, “Namus işçisidir.”
“Namus işçisiyim yani
Yürek işçisi.
Korkusuz, pazarlıksız, kül elenmemiş…”
1. https://www.insanokur.org/bekle-beni-siirinin-oykusu-senin-yuzun-benim-kaderim/
(KÜLTÜR SANAT SERVİSİ)